Varlık sanki tanımlanan ve tanımlanmaya programlı bir nesne gibidir. Doğuşumuzdan itibaren varlık nedir biliriz. Ama yokluğun gizemli kapıları, tanımlanamayan dev orduları vardır. Bundandır ki korkulur. Hatta kimi zaman yokluğun heybeti..
Varlık sanki tanımlanan ve tanımlanmaya programlı bir nesne gibidir. Doğuşumuzdan itibaren varlık nedir biliriz. Ama yokluğun gizemli kapıları, tanımlanamayan dev orduları vardır. Bundandır ki korkulur. Hatta kimi zaman yokluğun heybeti öyle ürkütür ki bizleri görmezden gelerek kaçmaya çalışırız. Yokluğa yokmuş gibi davranmak ne komik bir paradoks değil mi? Aslında güvendiğimiz ve ‘’var’’ dediğimiz tüm olguların, olayların ve nesnelerin sağlamasını yokluk ve hiçlikle yaparız. Buna rağmen varlık sırtımızı dayadığımız bir dağ olurken yokluk korktuğumuz, kaçtığımız hatta tüm zehrimizi boşalttığımız bir evrene dönüşür. Hal bu ki tüm taşkınlığımızı durdurduğunu fark edemeyiz.
Bu kavganın sağlamasının en iyi yolu şeytandır. Şeytan yoktur, ya da vardır ama önemli değildir, insani duygularımız hatalarımız hatta kendi kötülüklerimizin hepsini onun üstüne yıkarız. O yaptırmıştır inancına kapılırız. O kadar kapılırız ki tüm kötülükleri onun varlığından mesul tutmaya bayılırız. Bi çare bizler saf kötülükle baş edemediğimiz için kötülüğün pençesine amansız düşüveririz ve kendimizi kötülüğün iyilikten daha büyük bir olgu olduğuna inandırırız. Fakat aksine bir eylem yaptığımızda sözgelimi bir iyilik yaptığımızda meleğe uydum diyeni duydunuz mu? Ben sizin yerinize bir cevap vereyim, hayır. Ama hiç değilse hayatınızda bir kez şeytana uydum diyen birini duymuşsunuzdur. Çünkü iyiliğin varlıktan geldiğine inanırız, yani iyilik ezelden beri vardır ve kötülük yokluğun korkunç kapılarından sızmıştır. İyiliği bizler yaparız kötülüğü ise yokluğun lordu şeytan yaptırmıştır. Eğer şeytanın varlığından emin olsaydık inanın onu suçlamazdık. Suçladığın varlık tam karşısında dururken sen yaptın demek için yeterince cesaret sahibi olmak gerekir. Ve inanın bana cesareti içinde taşıyan biri kendi mesuliyetini şeytanın üzerine bile yıkmaz. Zira ben yaptım demek cesaret ister. Bu yüzden anlıyoruz ki tüm korkular temelinde yokluğu barındırır. Yoklukla yüzleşebilmiş insanlar ancak cesaretin dengeli huzurunu taşıyabilir. O zaman anlarız ki yokluk hiçlikten gelir, hiçlik ise varlığın asıl temelidir. Ve yokluğa sırt çevirmek varlığı inkar etmektir.
Kavram karmaşası ve olaylara açıklık getirme iştahıyla geçip giderken ömrümüz, ne olursak olalım bazı detaylar gömleğimizin bir köşesine yazılmıştır. Her gün üstümüzde taşırken hayatın bir köşesine ilişmeye ve devam etmeye çalışırız. Durmadan da hayata bir sürü anlam yükler sorular sorar bazen de geldiği gibi yaşarız. Biz bu hengamede yaşarken hayatın kendine ait düzenini de değiştirdiğimizi sanırız.
Fakat hayat bir denge oyunudur ve dengesinin bozulmasını asla istemez. Eğer çok varsanız ve yokluğa yer kalmamışsa, sizi var ettiğini düşündüğünüz varlıklarınızdan sınar. Eğer yokluğunuz çok fazlaysa da yokluğunuzu elinizden alıp içinize bir kamyon dolusu varlık verir. Her iki olayda da miktarınız kadar sınanırsınız. Üstelik neyin eksik olduğu o kadar da önemli değildir, ne kadar eksik olduğu asıl meseledir. Ne terazi ama? Peki dengeli bir terazi hep adil midir? Denge adaleti temsil eder, peki tüm dengeler adil midir?